İnsan Hakları Açısından Ahıska Türkleri Sürgünü

Muhterem protokol,

Değerli konuklar ve acılarını birebir yüreğimde hissettiğim çilekeş Ahıskalı kardeşlerim,

Bugün sizlere üç ayrı sıfatımla hitap edeceğim. Tebliğin konusu gereği hukukçu kimliğimle Ahıska Türklerinin dünden yarına muhatap olduğu insan hakları ihlâllerini, Kök Vakfı-Kırım Kafkasya Enstitüsü Başkanı sıfatıyla konunun örtüştüğü yerlerde stratejik tahlil ve tekliflerde bulunacağım. Kırım Dergisi Editörü olarak da bilinen bir deyimden yola çıkarak “damdan düşmüş” psikolojisini yaşayan biri olarak acılarınızı paylaşmaya gayret edeceğim.

Bilindiği üzere II. Dünya Savaşı 1 Eylül 1939 tarihinde Nazi Almanya’sı ordularının Polonya’ya girmesiyle başlamıştır. İnsanlık tarihinin kaydettiği bu en büyük savaş, 1945 yılında sona ermiştir. Konvansiyonel silâhların sınırsız kullanıldığı bu afet, nükleer bir saldırıyla ancak noktalanabilmiştir.                            

Yerküre bu savaşın yaralarını doğrudan sarmak  ve getirdiği neticeleri telafi etmek için, soğuk savaşla ağır fatura ve bilançolar ödemiştir. Savaşı başlatan  güç ve iradeyle onu noktalayan dengeler ve odaklar, yıkımın doğrudan mağduru olan pek çok toplumlara sormadan bu kararlarını icra etmişlerdir. Nitekim Kırım, Karaçay, Malkar Türkleri, Çeçen ve İnguş Halkları, Kalmuklar ve nihayet Ahıska Türkleri bu harbin getirdiği çok sayıda mağdur halklardan bazılarıdır. Ancak bunları başka uygulamalardan farklı kılan önemli bir yön ise asla göz ardı edilemez. O da hepsinin yaşadıkları topraklardan topyekün sürülmeleridir.

Ahıska Türklerini bilhassa gündeme taşıyan bir başka husus ise halen mağduriyetin kanayan bir yara misali devam etmesidir. Diğer mağdur halklara kıyasla kalıcı veya nisbî bir iyileştirme ve toplumsal bir proje Ahıskalılar için henüz üretilememiştir. Bu yönüyle II. Dünya Savaşının bitiminden 60 yıl sonra dahi başlangıcında ve sonuçlandırılmasında hiçbir sebep sonuç (illiyet bağı) ve tercih şansları olmaksızın doğrudan mağdur edilmişlerdir.

Bu uygulamaların muhatabı olmaları ve ağır bir bedel ödemelerinin görünen gerekçesi “Türkiye ile yaşadıkları bölgenin yakın ve  sınırdaş olması ile soydaşlıklarıdır.

Söylenmeyen asıl ve temel sebep ise “Türkiye’nin Çevresini Boşaltma Politikaları” dır. Bu siyaset anî  tercihlerle oluşmuş bir süreç değildir. Ruslar,çarlık döneminde bu projeyi uzak bir strateji olarak benimsemişlerdi. Meselâ II. Katerina döneminde Kırım’ın yerli halkı olan Kırım Tatarlarından boşaltılması düşüncesi gündeme gelmiş, ancak tahakkuk şartları yeterince oluşmamıştır. Yine II. Dünya Savaşı esnasında (1941 yılı sonbaharında)  Sovyet hükümetinin Kırım Türklerini Kazakistan’a sürmek tasavvurunda olduğunu gösteren gizli vesikalar bulunmuştur.

İnsanlık tarihi devasa boyutlardaki bir savaşın bitimi aşamasında mevcut yaralarını sarma telâşındayken, SSCB, yeni ve farklı mağduriyetlere sebep olmuş, mağrur ve şaşkın batı ise maalesef hiçbir tedbir almamıştır. Nitekim Yalta ve Potsdam barış müzakerelerinde, kimse bu bölgelerin yerli halklarının akıbetini nedense merak etmemiştir.

Görüldüğü üzere Çarlık Rusyasından SSCB’ye intikal eden bu proje, 1944 ve 1945 yıllarında sistematik olarak hayata geçirilmiş, Türkiye’nin çevre kuşağındaki coğrafyada yaşayan yüz binlerce kişi, esaslı bir gerekçe olmaksızın mutlak bir mağduriyete uğratılmıştır.

Stalin hukuksuzluğunun ürettiği Devlet Savunma Komitesinin (çok gizli ibareli, 11.05.1944 tarihli Kremlin-Moskova kaynaklı) icraatı, 6279 sayılı Kararname’ye dayanmaktadır. Komitede Stalin’in başkanlığında dönemin yetkilileri olan Molotof, Beriya, Malenkov ve Mikoyan’ın da imzaları bulunmakta olup bir kısım önemli ekleri de mevcuttur.

Özünde topyekün bir insan hakları ihlâli bulunan uygulama pratikte ise bambaşka ihlâl ve ihmallerle doludur. NKVD marifetiyle yürütülen sürgün, Asya’nın iç bölgelerine yönelikti. Sürgün edilenlerin sıfatı “Özel Yerleşimci” gittikleri yerdeki konumları ise “yeniden iskân” şeklinde ifade ediliyordu. Kararname ekinde yer alan ve aile başına 500 kilogram olan şahsî eşya taşıma imkânı kullandırılmamış,  “mübadele fişi”  (mağdurlara geride bıraktıkları et, süt ve kümes hayvanlarıyla ev, bina ve eşya bedellerinin karşılığı)  uygulamasına riayet edilmemiş, her trende olacağı kayıtlı pratisyen doktor, iki hemşire, yeterli tıbbî ve ilk yardım  malzemesi kesinlikle tedarik edilmemiş; hele hele her vagonda verileceği yazılı sıcak su ve sıcak yemek ihtiyacı asla gerçekleşmemiştir. Keza kararname ekinde atıf yapılan Ziraatbank aracılığıyla aile başı 500 Rublelik yardım (ki, yedi yıl vadeli borç şeklinde ödenecekti) hiçbir zaman uygulama imkânı bulmamıştır.

İhtiyar dünyamızın kaydettiği acılar, mağduriyetler ve hatta soykırımlar şüphesiz ki kendi vasatlarında ve şartlarında kıymetlendirilir. Ne var ki Ahıska Türklerinin maruz kaldıkları sıkıntıları tarif ve tanımda fevkalade acze düşeriz. Çok sayıdaki ülkelerde farklı resmî kurallarayerel asabiyet ve kaba tutumlara da maruz kalmışlardır. Bu özel durum itibariyle Ahıska Türklerinin insan hakları yolunda pek çok ülkeye ve kuruma söyleyecekleri haklı itirazları vardır. Tabii ki bu hususlar sitemden başlayarak çığlığa kadar yaşanmış ve hatta kavrulmuş bir Türk topluluğunun uğradığı nice ağır mağduriyetlerdir. En acı ve özel durum ise sığındıkları bazı coğrafyalarda karşılaştıkları sosyal travmasoydaş terörü ve eziyetleridir. Dolayısıyla yeri gelmişken Özbek Türklerinin Ahıskalı kardeşlerine reva gördükleri 1989 Fergana Şokunu, yaygın baskı ve saldırıyı “örtmek” veya “İstihbarat servislerine havale etmek” çok  anlamsızdır. Ağacın baltaya “ne yazık ki sapın benden” demesi misali bu utancı telafi etmenin tek ve kalıcı yolu alenî kabul ve resmî özür dilemedir.

Günümüzde insan hakları konusundaki küresel karne, maalesef yeterli ve iç açıcı değildir. Yaygın bir inanış olarak  uygarlık tarihinin ulaştığı seviye itibariyle yazılmış ve kabul görmüş tüm belge ve akitler maalesef süslü, iddialı ve sadece gereğinde uygun görülenler için üretilmiş yazılı dokümanlardan ibarettir. Bunların seri, doğru, âdil ve objektif tatbiki için yapılanlar ise kuvvetlinin zayıfa yönelik bir lütfu veya atıfeti şeklinde tecellî etmektedir. Dolayısıyla özellikle Orta Doğu, Balkanlar, Kafkaslar ve Avrasya’nın diğer bazı coğrafyalarında “de fakto” “de jure”ye galebe çalmaktadır.

Özellikle SSCB’nin hukuken ortadan kalkmasından sonra uluslararası anlaşmalar bakımından halefiyet konusunda yoğun tartışmalar olmuştur. “Devam Eden Devlet” statüsü gereği Rusya, SSCB’nin taraf olduğu tüm anlaşmalara da taraf olmuştur. Keza SSCB’nin dağılması sonucu oluşan “Yeni Bağımsız Devlet” statüsündeki ülkeler (Gürcistan vb.)ise SSCB’nin yaptığı kimi anlaşmalardan doğan yükümlülükler için özel düzenlemeler yapmıştır. Bu gelişmelerin yetersiz ve hatta yoruma muhtaç olduğu aşikârdır. Çifte standart anlayışı her dönemde açık kapalı olarak kendini hissettirmiştir. Hatta kazanılmış haklar noktasında dahi Ahıska Türkleri asla gündeme gelememişlerdir. Toplumsal haklardan öte bireysel başvuruyla dahi hiçbir ihlâlin, Ahıska Türkleri açısındanAvrupa Konseyi (ki, Gürcistan üyedir ) ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi süreci işlememektedir. Mevzî ve nisbî bazı iyileştirmeler yaraya merhem olmaktan çok uzaktadır.

Küresel Haymatlos konumundaki Ahıska Türklerinin önündeki en büyük engel “yabancı olgusu” ve  “çok başlı muhatap” sorunudur. Meselâ son günlerde gündeme gelen Krasnodar bölgesindeki Ahıskalılara ilişkin ABD projesi dahi özünde tamamen stratejiktir.

Aslında topyekün ve kalıcı bir iyileştirmenin yöntemi çok da zor değildir.  Gerçekten istenmesi halinde özel ve âcil plânda yapılacak iş, “taraf ve temel ülkeler arasında oluşturulacak bir fon ve irade birlikteliği”dir. Genel ve kalıcı çözüm için adres şüphesiz ki temel ve taraf ülkelerin ortak talebiyle Birleşmiş Milletler ve Küresel fonlardır. Bu süreci başlatacak anahtar ülkeler arasında Türkiye ve Kazakistan öncü rol oynayabilirler.

Roma hukukunun temel kaidelerden olan “çalınan mal, sahibine iade edilir” anlayışı gereği sürgün sırasında istirdat edilen malların mirasçılara iadesi ve her türlü tazminat hukukunun gözetilmesi ve kabulü şarttır. Bu konudaki küresel içtihat için Türkiye’miz hiç olmazsa Kazakistan kadar kararlı ve istikrarlı olmak mevkiindedir. 1992 tarihli ve 351 sayılı Resmî Gazete’de yer alan göçmen kabulü ile ilgili düzenleme, sembolik mahiyetini bir türlü aşamamıştır. Cenevre KonvansiyonununSavaş Hukukunun veUluslararası Ceza Mahkemelerinin devre dışı kaldığı günümüzde, Soros’un ilgi alanına giren Krasnodar’daki Ahıska Türklerinin daha şanslı olmaları gerekmektedir. Bu imkân,Türkiye’mizin yeni komşularının “kadife demokrasi” yöntemlerinden alacağı hisseyle doğru orantılıdır. Dolayısıyla Krasnodar’daki zorunlu tercihi peşinen reddetmek acaba ne derece doğrudur?

Ahıska Türklerinin başta insan hakları olmak üzere her türlü sorunlarının iyileştirilmesi ve çözülmesi için siyasî, diplomatik ve hukukî mesaî ön şarttır.

Kendilerinin yapacakları en temel ve vazgeçilmez çalışma ise arşiv ve kayıt olacaktır. Tüm mağduriyetler sesli, resimli, tanıklı olarak ve sistematik şekilde bir merkezde toplanmalı ve korunmalıdır. Diğer taraftan toplumsal bir patinajdan uzak kalmak için UNPO’dan BM’ye kadar her zemin ve adreste bu kayıtlar yer almalıdır. Yoğun ve yaygın insan hakları ihlalleri düzenli olarak dünya kamu oyu gündemine taşınmalıdır. Bunun da formülü “güdümlü ve parçalanmış bir diaspora” olamaz. En azından “tam temsil sıfatına haiz karma bir müzakere ve temas grubu” oluşturulmalıdır. Her türlü kapristen azade olarak tüm yardımlar ve imkânlar, müspet paydada değerlendirilmelidir. Bu noktada Türkiye’deki Gürcü lobisi dahi ihmal edilmemelidir.

Stalin hukuksuzluğunun başlattığı ağır ve derin mağduriyetin çözümü için temel ölçü ve ilke  ise “teritoryal esaslı millî çözüm”den  vazgeçmemektir.

Bu vesileyle hazirunu saygıyla selâmlıyor, Ahıskalı kardeşlerime akılcı ve sabırlı mesailer diliyorum.