Yeni Türkiye Dergisi 2

DURGUNLAŞAN TÜRKÇE

Yunus ZEYREK*

Şu fâni dünya saadetleri içinde hiçbir şey,

aziz Türk çocuklarına

Türk dilini öğretmek kadar

güzel hizmet değildir.

 

                  Nihad Sâmi Banarlı

 

1.     Giriş


 

Dilin millet hayatındaki önemini, Cemaleddin Afganî’nin 1912 yılında Türk Yurdu’nda çıkan bir makalesinden biraz sadeleştirerek verelim: “Dil birliği hayret verici bir bağ vasıtasıdır. Dil birliği, hedefleri farklı kabileleri milliyet sancağı altında toplayarak bir hedefe sevk eden yegâne birliktir. Bu birliktir ki, genel menfaati çekmek, ortak mazarratı da defetmek üzere bir milletin dağınık kuvvetlerini de birleşik ve müttefik kılar. Belli bir millete mensup olan çeşitli tabakaların ifade ve istifadesini temin edemeyen bir lisan, o milletin bütünlüğünü muhafaza edemez. İlim, san’at ve fen eserleri, bir milletin kendi lisanıyla öğretilirse sağlam ve kalıcı olur; senelerce devam eder. Hatta bu millet siyaseten yıkılsa bile bu milletin evlâtları kendi atalarının kitaplarından yararlanarak ölmüş olan milletlerini yeniden ihya eder ve yeni bir izzet ve şerefe nâil olabilirler.

Türkçe, dünya dilleri arasında birkaç büyük dilden biridir. Bu hem kullanan insan sayısı ve hem de tarihî geçmişi bakımından çok önemli bir husustur. Türkçe, yüzyıllarca imparatorluk dili olmuş ve geniş coğrafyalarda iletişim aracı olmuştur. Orhun Yazıtları’ndan Nevaî’ye, Dede Korkut’tan Fuzulî’ye, Yunus Emre’den Karacaoğlan’a ve Bakî’den Yahya Kemal’e kadar nice âşıklar, şâirler ve yazarlar bu dili terennüm etmişlerdir. Böylece Türkçe, yüksek seviyede bir kültür, medeniyet ve edebiyat dili olmuştur.

Türkçe, Orta Asya steplerinden dört bir yana yayılan Türklerle beraber Afrika ve Avrupa’ya ulaşmış; zamanla bu büyük coğrafyanın ortak dili olmuştur. Zaman zaman üstüne kara bulutlar çökse de batmamış, bitmemiş ve dayandığı milletin talihine paralel olarak bugünlere gelmiştir. Cumhuriyetle başlayan yenilik hareketleri dil alanında da görülmüş; yazı değişmiş ve kelimeler üzerinde oynanmıştır.

Eski asırlarda din değiştirmeye paralel olarak vukua gelen yazı değişikliği bu defa din ve kültürün diğer şubelerini de kurcalamak/örselemek suretiyle tarihî Türk kültürünün zayıf düşürülmesine sebebiyet verilmiştir. Bugün yurdumuzda yaşanmakta olan sosyal çalkantıların ve etnik ayrışmanın temelinde işte bu meselenin olduğu rahatlıkla söylenebilir. Zira insanların duygu ve düşünce birliği ile bir arada huzurla yaşamasını sağlayan şey ortak kültür değerleridir. Bu değerlerin zayıflaması veya parçalanması, millet hayatında onulmaz yaralar açar. Bu pencereden bakıldığında şu soruyu sorabiliriz: Son devirde yapılan tahribatla din, dil, hukuk, ahlâk, tarih, san’at, edebiyat vs. gibi kültürel değerlerden hasar görmeyen neyimiz kaldı? Bunlar arasında dilin, bütün kültür değerlerinin ifade ve iletişim aracı olması bakımından ayrı bir öneme sahip olduğunu belirtmemiz lâzım.

 

2.     Türkçe nasıl bir dildir?

 

Türkçe, dünya dilleri arasında eklemeli diller grubundandır. Kelimelerin kökleri ve ekleri var. Kelime köklerinin sonuna gelen bazı eklerle yeni kelimeler yapılır ve bu eklere yapım ekleri denir. Bu eklerin bazıları işlek, bazıları az işlek ve bazıları da işlek olmayan eklerdir. Yeni kelimeler çoklukla işlek eklerle yapılır. Böyle kelimelere türemiş kelime denir (göz-lük). Yeni kelime her zaman eklerle değil, birden fazla kelimenin bir araya getirilmesiyle de yapılabilir. Bunlara birleşik kelime denir (buz-dolabı).

Türkçede ekler kelime köklerinin sonuna gelir ve bazen bir değil birçok ekin geldiği görülür. İsimlere gelen çokluk, hâl ve iyelik ekleriyle fiillere gelen zaman ve şahıs eklerine çekim ekleri denir. Bu ekler kelimenin anlamını değiştirmez. Kökten sonra yapım eki ve ondan sonra da çekim eki gelir. Burada isim ve fiil çekim ekleri şeklinde bahsettiğimiz gibi yapım ekleri de isim ve fiil üzerinden adlandırılır: İsimden isim yapan ekler, isimden fiil; fiilden isim ve fiilden fiil yapan ekler… Bu da dilin bir kanunudur. Maalesef son yüzyılda yapılan yeni kelimelerde bu kanun göz ardı edilmiş, dilde anarşi denilen bir karmaşaya yol açılmıştır.

Köklerin değişmemesi ve sondan eklemeli olması, Türkçeyi diğer dillerden ayıran çok önemli bir husustur. Herhalde bu sebeple de kolay öğrenildiği söylenir. Yine bu sayededir ki Türkçenin ifade kabiliyeti kuvvetlidir. Meselâ Türkçede iki kelimeyle ifade ettiğimiz sensiz yaşayamam cümlesi, İngilizce ve Almancada altı kelimeyle kurulabilir. Buna deyim zenginliğimizi de ekleyebiliriz…

Türkçenin cümle kuruluşu da ayrı bir husustur. Zira diğer dillerden farklı olarak fail (özne) cümlenin başında, fiil ise sonunda yer alır. Tamamlayıcı unsurlar (tümleçler) bu ikisinin arasında bulunurlar. “Ben Erzurum’dan geldim.” deriz; diğer dillerde bu kalıp genellikle, “Ben geldim Erzurum’dan.” şeklindedir. Bazı âlimleri tarafından cinnet getirdiği ifade edilen Nurullah Ataç, Türkçenin bu en tabiî özelliğini çiğnemiştir. Ataç, cümleyi meydana getiren unsurları alt üst etmiş, çoğu zaman anlaşılması zor yahut yanlış anlaşılmaya meyilli devrik tümce’nin yaygınlaşmasında mühim rol oynamıştır.

Konuşma dilinde, nesir ve nâzım olmak üzere edebiyatta, ilmî metinlerde ve resmî yazılarda kullanılan Türkçenin ahenkli ve fevkalâde bir müzikaliteye sahip olduğu, erbabı tarafından ifade edilmiştir. Tabii ki bu hüküm, bugünkü durgunlaşan Türkçeyi değil, Dede Korkut ve Yunus Emre’nin Türkçesiyle 1910-1930 arasında kullanılan Millî Edebiyat Dönemi Türkçesi içindir. Son yetmiş seksen yıldan beri dilimizin başına gelenlere aşağıda işaret edeceğiz.

 

3.     İmparatorluk dilinden millî dile

 

Türkçe, Osmanlı asırlarında, imparatorluk geleneği icaplarına göre birçok yabancı kelime, kavram ve dil bilgisi kalıplarını almıştır. Yunus Emre’den başlayan dil çizgisinin Fuzulî ve Bâkî’ye giderken nasıl kırılmalara uğradığını açıkça görebiliyoruz. Bu durum kendini divan edebiyatı nazım ve nesrinde gösterdiği gibi resmî yazılarda da görülmektedir. Bugünkü âlimlerin çoğu o devrin resmî yazılarından kolay kolay bir şey anlamaz. Hele Padişah fermanları başlı başına bir uzmanlık ister…

Bu durum zamanla Türkçeyi ağırlaştırmış hatta neredeyse Türkçe olmaktan çıkarmıştır. Konuşulan dille yazılan dil birbirinden hayli uzaklaşmıştır. Bu gidişe ilk itirazlar Tanzimat döneminde ortaya çıkmıştır.

Namık Kemal, Ali Süavi, Ahmet Mithat Efendi, Muallim Naci ve Şemseddin Sami gibi yazarlar Türkçenin içinde bulunduğu hâle teşhis koyarak görüşlerini açıkça dile getirmişlerdir. A. Mithat Efendi, “Halkımızın kullandığı bir lisan yok mu? İşte onu millet lisanı yapalım.” Derken Şemseddin Sami de, “Bu dili konuşan kavmin ismi Türk ve söyledikleri dilin ismi de Türk dilidir.” demişlerdir. Muallim Naci’nin şu sözü ne kadar anlamlıdır: “Bir söz ne kadar tabii söylenir, ne kadar tabii yazılırsa o derece lâtif olur.

Biz bu ifadelerden anlıyoruz ki, dilimizi yabancı kelime ve tamlamalarla süslemekten uzak durmalı ve sade Türkçeyi kullanmalıyız.

4.     Millî dil ve millî edebiyat

 

XIX. yüzyılda bizde görülen bu sadeleştirme hareketi Azerbaycan ve Kırım’da da kendini hissettirmiştir. Kırım-Bahçesaray’da tercüman gazetesini çıkaran İsmail Gaspıralı (1851-1914), Türk dili tarihinde ismini altın harflerle yazdırmış bir şahsiyettir. Gaspıralı, bütün Türklerinin bir yazı dilini kullanmaları için çaba göstermişti. Otuz yıl boyunca çıkardığı Tercüman gazetesi, İstanbul Türkçesiyle çıkıyordu. Bu gazete, bütün Türk ülkelerinde okunuyordu. Onun “Dilde, fikirde ve işde birlik” prensibi, bugün en âcil ihtiyaçlarımızın başında gelen Türk dünyasının ortak değerlerinde buluşmanın da anahtarıdır.

Bugünkü kültür dilimizin temelini oluşturan İstanbul Türkçesi’nden bugün söz edebilir miyiz? Bir zamanlar Urfalı Nabi, Diyarbekirli Ziya Gökalp ve Üsküplü Yahya Kemal, bu dili rahatlıkla anlamış, sevmiş ve bu dille eser vermişlerdi. Ne acı ki bugün o İstanbul Türkçesi mumla aranırken Urfa ve Diyarbekir’den de çok farklı sedalar yükselmekte, hatta bu isimlerin dahi değiştirilmesi dile getirilebilmektedir…

İmparatorluğa veda edildiği XX. yüzyıl başlarında birçok kavram, kelime ve tamlamaya da veda edilmiştir. Refik Halit nesri ile Yahya Kemal nazmı şeklinde sembolize edebileceğimiz bu devir, millî edebiyat dönemi adıyla anılır. Türkçe bu dönemde çok değerli şâir ve yazarların kalemiyle yeni bir hamleyle adeta şaha kalkmıştır. Ömer Seyfeddin’in 1911’de kaleme aldığı Yeni Lisan makalesiyle çakan kıvılcım, bir devri etkilemiş ve Türkçe, yüzyılların yorgunluğu diyebileceğimiz ağırlıktan kurtularak neredeyse Yunus Emre Türkçesinin lirizmine kavuşmuştur.

Diğer yazar ve şâirlerini bir yana bırakırsak Servetifünun Dönemi’nde Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun Çağlayanlar’ı ve bu dönemi takip eden Millî Edebiyat Dönemi, Türkçenin parlak çağıdır. Balkan Harbi, Birinci Dünya Savaşı (Harb-i Umumi) ve İstiklâl Savaşı yılları ile Cumhuriyet’in ilk yıllarında vücuda getirilen edebî eserler çok değerlidir. Bu dönemde kaleme alınan manzum ve mensur eserler, hem dil ve üslûp hem de işlenen konular bakımından fevkalâde güzeldir. Her şeye rağmen bugün çocuklarımızın önüne koyabileceğimiz en iyi eserler de yine onlardır. Ömer Seyfeddin’i okumayan biri hikâye okumuş sayılır mı? Birkaç eser ismiyle devam edelim: Sürgün, Çalıkuşu, Yaban, Fatih-Harbiye gibi eser isimleri bize ne söyler… İstiklâl Marşı başta olmak üzere Süleymaniye’de Bayram Sabahı, Bursa’da Zaman, Han Duvarları, Çoban Çeşmesi, Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor, Bayrak, Sakarya Türküsü gibi şiirler, Türkçenin şaheserleridir. Bu eserleri okuyup anlamayan, bir şey anlamaz bizden… Uzun söze ne hacet, işte Türkçe bunlardır.

 

5.     Alfabe problemimiz

 

Türklerin kullandığı ilk alfabe, yaklaşık 1250 yıl önce Orhun Nehri kıyısında yazılan ve hâlâ ayakta duran anıt taşlardaki Göktürk yazısıdır. Daha sonra Uygur ve Arap yazısı kullanılmıştır. En uzun soluklu olan da Arap yazısıdır. Nihayet bugünkü Latin kökenli yazıya geçtik.

Tarihte Türkçenin birkaç alfabe değiştirmiş olmasını bir talihsizlik olarak görmekteyiz. Türkçe, millî bir alfabenin inkişafıyla tabiî mecrasında yoluna devam etmiş olsaydı bugün durgunlaşan Türkçe’den bahsetmezdik.

Arap alfabesine dayalı yazıyı, İslâm dini dairesine girdiğimiz zamanlardan beri yaklaşık bin sene kullandık. Bu yazının değiştirilmesine dair ilk sesler XIX. yüzyıl ortalarında duyuldu. Azerbaycanlı yazar Ahondzade Mirza Fethali, önce Latin ve daha sonra da Slav kökenli alfabeyi almamızı teklif etmişti. Bu mülâhazalar Servetifünûn Dönemi’nde Hüseyin Cahit ve Celâl Nuri’nin berbat hurufat konulu yazılarıyla yeni bir safhaya girdi. Nihayet 1923 Şubat’ında toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde konu gündeme getirilmiş; kongre başkanı Kâzım Karabekir tarafından red ve tenkit edilmiştir. Bu tenkit, alfabe meselesinin alevlenmesine yol açmış, zamanın önde gelen âlimlerinin muhalefetine rağmen 1928’de bugün kullanmakta olduğumuz alfabe kabul edilmiştir.

Alfabe değiştirmekle mesele hallolmadı. Yüzyılların yazılı kültür birikimi kaderine terk edildiği gibi aksine yeni imlâ problemleri ortaya çıktı. Her kafadan bir ses çıktı, her yeni imlâ kılavuzu, kendi at gözlüğünü taktı ve her biri yeni problemler üretti. Türkçenin ana grameri, Türk dünyası ortak sözlüğü ve etimoloji çalışmaları gibi asıl yapılması gereken işler bir kenarda unutuldu

Yıllar önce Mehmet Kaplan, “Türkiye’nin en mühim meselesi dil meselesidir.” demişti. Hakikaten bugünkü sosyal ve siyasî huzursuzluklar üzerinde kafa yoranlar meseleye bir de bu pencereden bakabildiler mi? Şu söz de onundur: “Türkiye dışında yaşayan yüz milyona yakın Türk’ün konuşma ve yazı dili de bizi ilgilendirir. Bütün Türklerin kullandıkları dili, deyimleriyle tespit eden bir lügate ihtiyaç vardır.”  Peki, bunlar yapıldı mı? Lüzumsuz tartışmalarla geçen zaman içinde asıl yapılması gerekenler ihmal edildi.

Peyami Safa bundan yetmiş sene evvel demişti ki, “Arap harflerini bilmeyen bir genç için Türk tarihinde ve Türk edebiyatında orta seviyeyi bulacak kadar derinleşmek imkânsız.

Bugün bırakın gençleri, ortalıkta aydın ve profesör olarak dolaşanların yüzde kaçı eski yazımızla yazılmış eserleri okuyup anlayabiliyor diye sormadan edemiyoruz.

Peyami Safa devam ediyor: “İsteyen bu yazdıklarımdan dolayı bana muhafazakâr desin. Kabul ediyorum. Muhafazakâr, tarihinden ve edebiyatından haberi olmayan bir cahilden daha ileri bir adamdır.

 

6.     Sadeleşmeden uydurukçaya savrulma

 

Alfabe değişikliği ve bunun ardından cereyan eden Dil Devrimi hareketleri, iyi niyetle başlamış olsa da zamanla bu hareketin dilimizi bir çıkmaza soktuğu öteden beri kabul edilmektedir. Hatta çıkmaza girildiğini bizzat bu hareketin lideri olan Mustafa Kemal Atatürk, yakınındaki bir gazeteciye söylemiştir. Buna rağmen Türk Dil Kurumu’nu ele geçiren marjinal bir grup, asıl çıkışın hızla şark kökenli kelimeleri atıp yerine yeni kelimeler uydurmaktan geçtiğini savunarak yola devam etti. Başta üniversite olmak üzere resmî kurumlar da bunu destekledi. Okullarda kurulan arı dil kolları marifetiyle, bizim gibi köyden gelen Anadolu çocuklarını, yeni çıkan uydurma kelimeleri kullanmaya zorladılar. O zamanlar yegâne yayın organı olan TRT de bu faaliyetin içinde yer aldı. Hedefleri yüzde yüz saf bir dildi! Ama dünyanın neresinde, hangi dil saftı? Dillerini saflaştırmaya kalkışsalar ne Rus, ne Alman ve ne de İspanyol edebiyatı dünya çapında eserler verebilirdi. Bugün Balkan dillerinde binlerce Türkçe kelimenin olduğu bilinen bir şeydir.

Burada da Peyami Safa’yı analım: “Niçin otomobil, telefon, elektrik, fabrika, tank, otobüs vapur, tren? Bunların Türkçesi yok mu? Bunların Türkçesi yok! Tren, trendir. Bu zarureti daha fazla münakaşaya vaktimiz yok. Sonra medeniyet trenini kaçırırız.

En az seksen yılımızı bu kısır çekişmelerle heba ettik. Ama bir düşünelim, medeniyetin neresinde kaldık? Avrupa Birliği’nden Şanghay’a, batıdan doğuya, doğudan batıya, hatta Orta Doğu’ya yalpalayıp duruyoruz…

Türkçe üzerinde oynanan oyunlar, dilimizi Osmanlı asırlarındaki gibi halk dili ve okumuşların dili gibi sınıflara ayırdı. Bunun cumhuriyetin temel prensiplerine, ruhuna ve ilme aykırı olduğunu söyleyen âlimler dikkate alınmadı. Bu münakaşaları “Dil Savaşları” olarak niteleyen Nihad Sami Banarlı, “Stalin ve Dil” başlıklı makalesinde Türk dili üzerindeki bu kâbusun bir Stalin projesi olduğunu ifade etmesi çok manidardır. Necmettin Hacıeminoğlu da bu görüşteydi. “Dil bir milletin tarihidir.” diyen Reşit Rahmeti Arat’ın, Çarlık ve Bolşevik dönemlerinde Türk topluluklarının dil ve yazısı üzerinde oynanan oyunları okuyunca, Banarlı’nın tespitini daha iyi anlıyoruz. Beynun Akyavaş, “Ah Türkçe Vah Türkçe” başlıklı yazısında bu hususa işaretle Georg Orwel’den bahseder. Orwel, 1984 adlı eserinde, “Komünizmin en büyük silâhlarından biri dil bozgunculuğudur.” diyerek arı dil üzerinde durmuştur. Mehmet Kaplan, alfabe üzerinden giderek Rus komünizminin Türkçeye musallat olduğuna işaret eder. Azerbaycan Latin yazısını kullanınca Atatürk de Latin yazısına geçmiş, bunu gören Bolşevik Rus rejimi Azerbaycan’a Kiril yazısını dayatmıştı.

Tabiî sadeleşme yolundan saparak uydurma cereyanı başlayınca halk arasında kullanılan imkân, ihtimal, ihtiyaç, cevap, kabir/mezar gibi kelimeler, okumuşlarımızın dilinde olanak, olasılık, gereksinim, yanıt, gömüt şeklinde kullanılmaya başlandı. Bu ayrışma, hem yazı dilinde hem de konuşma dilinde olmak üzere iki koldan devam etti. Böylece toplum iki dilli oldu. Aynı durum edebiyat alanında da görüldü.

Dil üstatları bu uydurma sözlerle edebiyat yapılamayacağını yana yakıla anlattılar. Geçen zaman onları haklı çıkardı. Zira bugün şiirleri ezberlenen, roman ve hikâyeleri elden düşmeyen bir sanatkârımız yoktur. Hâlbuki dili işleyen ve geliştiren edebiyattır. Edebiyat bu hâlde olunca dil nasıl olur?

Dil tartışmaları yıllarca devam etti. Bu tartışmanın tarafları sağ ve sol olmak üzere farklı dünya görüşüne sahiptiler. Bu durum dil tartışmalarına da yansıdı. Hâl böyle olunca iş çığırından çıktı; dil, günlük siyasetin aracı olmaya başladı. Tabii ki az da olsa ilim ve insaf ehli istisna şahıslar bahsimizin dışındadır. Türk kültürünün bazı değerlerine karşı mesafeli duranlar hatta açıkça tavır alanlar, dil konusunda Türkçü oluyor ve saf Türkçeyi savunuyorlardı. Bu da anlaşılır gibi değildi. Meselâ yukarıda verdiğimiz birkaç örnek kelimenin Türkçe asıllı olmadığı öne sürülerek bunların yerlerine uydurulan kelimelerin öz Türkçe olduğu iddia ediliyordu. Karşı taraf ise dünyada saf dil olmadığını ileri sürerek Ziya Gökalp’ın:

 

Lisanda sayılır öz,

Herkesin bildiği söz.

 

ve

 

Uydurma söz yapmayız,

Yapma yola sapmayız,

Türkçeleşmiş Türkçedir,

Eski köke tapmayız.

 

Sözlerini hatırlatıyor, dilde saflığın akıl, mantık ve bilime aykırı olduğunu söylüyordu. Bu düşünce daha önce Namık Kemal tarafından da “Türkçeleşmiş Arabî ve Farsî kelimeleri Türkçe olarak kabul etmek zaruretindeyiz.” şeklinde ifade edilmişti. Bu görüş doğruydu ve bu görüşün taraftarları da haklıydı. Fakat mesele dil ve ilim vadisinden çıkıp dünya görüşü ve siyaset malzemesi hâline geldiği için bu tartışmada bir uzlaşma sağlanamadı. Hâlbuki aklın yolu bir değil miydi?

 

Dil Devrimi” çizgisinde devamlı kelime üreten taraf yüzde yüz haksız değildi. Hakikaten yabancı olmaktan öteye fonetik yönden de sıkıntılı olan kelimeler vardı. Bunların yerine yapılan yeni kelimeler kolayca kabul edildi ve kullanılmaya başlandı. Bilhassa Türkçede karşılığı olmayan kavramlar için yapılan kelimelerin çoğu tutuldu. Meselâ Mehmet Kaplan komünikasyon yerine iletişim’i kullanırken bu hususa işaret eder.

İsmail Habip Sevük’ün verdiği eskisi ve yenisiyle birkaç kelimeye bakalım: Celse/oturum, arzuhal/dilekçe, kifayet/yeterlik, mütekaid/emekli, müstemleke/sömürge, muhtekir/vurguncu, mecmua/dergi… Yine bunun gibi bazı tamlamalar: Emr-i vâki/oldubitti, akl-ı selim/sağduyu, hareket-i arz/deprem,  Ay isimleri de öyle… Sekiz ayın ismi bugünkü gibi fakat dört ay yabancı tamlamalardan meydana geliyordu: Teşrinievvel/ekim, teşrinisani/kasım, kânunuevvel/aralık, kânunusani/ocak. Bu kelimelerin kabulünde de tartışmalar olmuş fakat uzun sürmemiştir.

Yine İsmail Habip Sevük anlatıyor: İsmail Hami Danişmend, 1942 yılında Cumhuriyet gazetesinde çıkan yazılarında bu dil tartışmasının daha ilmî bir zeminde yapılmasını istiyordu. Bu düşüncesi kabul görmüş olacak ki ertesi yıl devrin parlak gazetesi Ulus’a davet edilmiş. Danişmend, mektep yerine kullanılan okul’a da çatınca yazılarına son verilmiş!

Demek ki fikri sabit olmamalı, kelimenin eski ve yeni değil, doğru ve kullanılır olmasına bakmalıydık. Hatta bazen mâna ve yapı bakımından yanlış bile olsa, yerleşmiş, yaygınlaşmış, edebî eserlere girmiş olanı sökemezsiniz. Buna gerek de yoktur. Maalesef bunu başaramadık; ifrat ve tefritten kurtulamadık. Bugün çok eski fakat zevkli kelimeleri rahatlıkla kullanabildiğimiz gibi yeni kelimelerden de tutunan ve yaygınlaşan birçok kelimeyi kullanmaktayız. Halk müddeiumumi’ye savcı demeyi kabul etti ama hâkim’e yargıç demeyi kabul etmedi!

Kelime yerine tilcik dediler, tutmadı; sonra sözcük dediler! Herhâlde üniversite sınav soruları dışında sözcük de kendine yer bulamadı! (Sözcük, galiba kendisine iltifat edilmeyişine üzülerek tek kelime edemeden çıkıp gitti!)

1930’lu yıllarda başlayan ve gitgide çığırından çıkan dilde özleşme çabaları bazı yerinde kelimeleri bize kazandırmış olsa da şu bir gerçek ki tutmayan, zorla tutturulmuş olsa da mâna ve mefhumu tam karşılamayan birçok garipliklere de sebep olmuştur. Meselâ sık sık duyduğumuz beğeni kelimesinden ne anlıyoruz? “Falan sanatçı söylediği şarkılarla beğeni aldı.” ne demektir? Bu güzel bir ifade tarzı mıdır? Onun yerine beğenildi desek yahut zevkle dinlendi desek daha güzel olmaz mı? Görülüyor ki zevk ve beğeni kelimeleri aynı anlamı ifade etmiyor! Birbirine yakın gibi görünse de birbirinin yerine kullanılamıyor. “Şu kumaşı beğendim.” cümlesinde beğenme’nin yerine zevk’i nasıl koyacağız? Ne yazık ki Türkçe zevki olmayanlara bunu anlatamazsınız. Tarzanca misali kullandığı Türkçeyle size, “Ne fark eder ki…” diye çıkışacaktır!

Zevk yerine beğeni kelimesini kullananlara şu sözleri nasıl ifade edeceğini sormalı: Zevkini çıkarmak, zevkine varmak, zevkini okşamak, zevkini düşünmek, zevk sahibi olmak

Kim ne derse desin, anı, anımsama, anlak (zekâ), doğa, doğal, gereksinme, içerik, kent, koşul, neden, öykü, özgürlük, soycul, yapıt, yaşam, yineleme gibi kelimeler hâlâ iğretidir. Bu gibi kelimeler bizim kültür pınarımızdan su içmemiştir.

Bunlardan bazılarını mecburen kullanmaktayız. Hatırlanacaktır, tabiî gazı kullanmaya başlayacağımız sıralarda Ankara Büyükşehir (yahut kendi ifadesiyle anakent) Belediye Başkanı ve takımı tarafından bu kelime doğal gaz’a dönüştürülmüştür. Doğal Gaz Dairesi adlı birim kurulunca tabiî gaz, siyasî bir devrin kurbanı olarak ortalıktan çekilmiştir. Şimdi nereye baksan doğa, doğal ve tabiî ki doğal gaz!

Bu dönemde yapılan ve adeta zorla kabul ettirilen bazı uydurma kelimeler insan isimlerine de yansıdı: Gizem (sır), Öykü (hikâye), İmge (hayal, imaj), Eylem (fiil); Özgür (hürriyet), Utku (zafer), Devrim (inkılâp) ve niceleri gibi isimler bunlardandır. Bu örneklerden anlıyoruz ki dille birlikte güzelliğin/estetiğin de canına okunmuştur. Cemil Meriç’in ifadesiyle, “Kamus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır.

 

7.     Bugünün aynasında Türkçe

 

Dil alanında cereyan eden tartışmalar, Türkçeyi hakikaten çok yormuş ve yıpratmıştır. Onun için durgun Türkçeden bahsediyoruz. Evet, Osmanlı döneminde belli bir tabakanın yazı dilinde kullandığı bazı kelime ve terkiplerden kurtulmalıydık; nitekim Millî Edebiyat Dönemi’nde bu yolda hayli başarı da elde edildi. Ama yüzyıllardan beri halkımızın ruhuna sinmiş, ninni, mani, türkü ve masallara kadar nüfuz etmiş kelimelerin atılması akıl işi miydi? Mehmet Kaplan’ın birinden naklettiği “Aslanın vücudu, yediği hayvanlardan oluşur.” sözü, imparatorluk dili olmuş ve geniş coğrafyalarda kullanılmış olan dilimizin, hâkim olduğu yerlerden nemalanmış olmasının da yerinde ifadesidir.

Bugün hızla ilerleyen bir teknoloji çağında yeni kavramların Türkçe karşılıklarını yapmamız lâzım gelirken, mevcut kelimeleri bir bir ayıklayıp atmak, kıymetli bir tabloyu güve gibi yemekten başka ne olabilir ki… Meselâ zamanında faks’ın karşılığını yapmazsan, bu kelime de yapım ekleri alarak yaygın şekilde kullanılmaya devam eder. Birden aklın başına gelir ve haydi buna belgegeçer diyelim, dersen ne olur? Hiçbir şey olmaz! Kendin yapar, kendin kullanırsın; bu yeni kelime doğru yapılmış olsa da yaygınlaşmaz! Millet yine faks, fakslama, fakslanma, fakssız gibi kelimeleri kullanmaya devam eder. Bir zaman gelir bu yaptığını sen de kullanmazsın. Demek ki yeni kelime yapmada zaman çok önemlidir.

Fakir, yıllardan beri üniversitede Türk dili dersleri verir. En seçkin liselerden ve dershanelerden süzülerek gelen gençler arasındayım. Bu sayede Türkiye’deki genç neslin millî kültürümüzle münasebetini gayet açık olarak tespit edebiliyoruz. Onlarla konuşurken incitmemeye çalışıyor, gidişin bir inkıraz olduğunu ve bu durumdan kendilerinin sorumlu olmadığını söylüyoruz. Diyoruz ki, iyi bir mimar ve mühendis olabilirsiniz, olmalısınız da. Ama millî kültürünüzü, bilhassa bütün sadeliği ile din, dil ve tarihinizi de bilmelisiniz. Yüksek kültüre sahip itibarlı bir millet olmanın başka yolu yok.

Söz üniversiteden açılmışken soralım: Biz Türkçeyi niçin ilkokulda, ortaokulda öğretemiyoruz da, hukuk, tıp, mühendislik vs. gibi bütün fakültelerde tekrar Türkçe öğretme gayretine giriyoruz? Bütün fakültelerde Türkçe dersi olacaksa o zaman bugünkü müfredatın mutlaka gözden geçirilmesi gerekir.

Günümüzde tartışılan dershaneler konusu taraflar arasında ciddî polemik hatta kavgaya dönüşürken biz bu sisli havaya Türkçe açısından bakalım. Hakikaten dershanelerin Türkçeye ne gibi zararı veya yararı olmuştur? Bu soru etrafında düşünen var mı? Bilmiyoruz.

Mesele yine maddî kazanç veya sınavlara hazırlanma, okul derslerini takviye etme falan gibi tezler üzerinden tartışılmaktadır. Hatta daha ileri gidilerek dershaneler bir kale’ye dönüşmekte ve adeta kale savunmaları yapılmaktadır.

Bize göre dershaneler, Türkçenin üzerinde dönen bir değirmen taşı vazifesi görmüştür. Zira üniversite başta olmak üzere üniversite imtihanlarının sorularını hazırlayanlarla dershaneciliği ilk tecrübe edenler herhâlde 1930’lu yıllarda başlayan öz Türkçe cereyanı taraftarlarıydı. Onların elinde imtihan sorularının Türkçesi tam bir faciaya dönüşmüştür. Dershanelerin Türkçesi bugün de öyledir.

Hiç unutmam, 1980 askerî darbesinden sonra görev yaptığım Gökçeada Öğretmen Lisesi’ne gelen üniversiteye giriş imtihanı kılavuzunda bazı kavramlara ilk defa rastlamıştım. Bu kılavuzda sıfat yerine önad, fiil yerine eylem, zamir yerine adıl, zarf yerine belirteç, edat yerine ilgeç vs. deniliyordu. Genç bir öğretmen olarak derhâl Millî Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Kenan Evren’e bir mektup yazıp iadeli taahhütlü olarak gönderdim. Bu mektubumda, üniversite kılavuzunda fiil’e eylem yaptırıldığından bahisle bir ifade anarşisi çıkarıldığını dile getirerek itirazımı bildirdim.

Bugün üniversite giriş imtihanlarının aynı zamanda uydurma dil sınavı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bizim nesilden dil zevki olan birinin bu sınavları kazanması mümkün değil! Her babayiğit Türkçe öğretmeni de bu soruların ve hazırlık testlerinin dilini anlayamaz! Bunun için ayrı bir ihtisas gerekir. İşte dershaneler böyle ihtisas (!) yuvalarıdır. Buralarda Ömer Seyfeddin, Refik Halid ve Reşat Nuri nesri; Yahya Kemal ve Arif Nihat şiiri yoktur. Bunların olmadığı bir yerde Türkçenin olduğu söylenebilir mi?

Geçen gün radyoda bu dershane meselesi tartışılıyordu. Dershane esnafından bir öğretmenin cümleleri dikkatimi çekti. İddialarını ispatlamak için kırk dereden su getiriyor ve hemen her cümleye örneğin diye başlıyordu! İster istemez merhum Nihat Sami Banarlı’nın Örneğin Faciası başlıklı yazısı aklıma geldi.

Eski Sovyet ülkelerinden gelen Türk topluluklarına mensup gençlere bakıyoruz; onlar, Dostoyevski’yi, Tolstoy’u ve Puşkin’i okumuşlar. Azerbaycan’dan gelen gençler, Fuzuli’yi, Sabir’i ve Ahmed Cevad’ı biliyorlar. Bizim gençlere baktığınızda terazinin aynı kefesinin bomboş olduğunu görürsünüz! Zira bizim çocuklarımız gece gündüz test çözmekte ve edebî eser okumaya imkân ve fırsat bulamamaktadır. Bu şekilde hayata atılan üniversite diplomalı kadroların kültür sefaleti problemi ortaya çıkmaktadır. Maalesef bu problemin çözümü yok! Çünkü her şeyin bir zamanı var… Ninniyle, masalla büyüyen çocuklar hikâyeden romana ve şiire ulaşır. Nihayet ilmî ve meslekî eserler… Bu basamaklardan birinin noksanlığını sonraki çağlarda telâfi etmek çok zor…

 

8.     Sonuç

 

1930’lu yıllarda başlayan dil tartışmaları 1980 yılına kadar bütün sertliği ile devam etti. Bizim nesil bu hercümerci yaşadı. Dil kavgası bu tarihte hız kesmiş olmakla beraber sona ermedi. Günümüzde hâlâ inatla uydurma kelimeleri kullanan, kemikleşmiş bir kesim var. Sol cenahta olup da akıl ve insafla düşünen bazıları, eski keskin ideolojik yaklaşımdan azade olarak sade Türkçeyi kullanırken, sağ cenahtan bazıları da cehaletle uydurma kelimelerden sakınma ihtiyacı duymamaktadır. Gazete, dergi ve kitaplarına bakın, bir yığın akademik unvana sahip nice cahiller görür, dövünürsünüz…

Hatırlanacaktır, 12 Eylül 1980 rejimi, dilde tasfiyeciliğin icaplarını son hızla yerine getiren Türk Dil Kurumu’nun yönetimini görevden almış yerlerine de dilde aklın ve ilmin yolunu savunan akademisyenleri getirmişti. Yeni kadro büyük bir heyecanla işe başlamışsa da maalesef kendilerinden önceki kadronun verimliliği derecesinde iş yapamadığı görülmüştü. Bu kadro, zamanla çok değerli eski eserleri ve Türk dünyasının dil varlıklarını yayımlamakla beraber zorla kelime yapma yolunda onları aratmadı! Bu hâl bugüne kadar geldi. En son marifetleri insanı güldürüyor: Zum/optik kaydırma, boksör/yumruk oyuncusu, raket/vuraç, çekap/tambakı (Sormalı, niçin tam bakım değil?)… Bundan sonra ne yapacaklarını bilmiyoruz.

Millet demek kültür demektir, derler. Büyük kültür ancak büyük edebiyat ve kuvvetli dille meydana getirilir. Kuvvetli kültürün önünde zayıf kültürler dayanamaz. Bugün dünyada en çok kullanılan ve ortak anlaşma vasıtası olan İngilizce bunun açık misalidir. Rus coğrafyasında da XVI. Yüzyıldan itibaren bu hadise yaşanmıştır. Biz kendi elimizle kendi dilimizi ve kültürümüzü yedik, bitirdik. Mehmet Kaplan’ın dil güveleri dediği adamlar, en soylu kelime ve kavramları yedi. Hâkim kültür zayıflayınca alt kültürler canlanmaya başladı. Hâl böyle olunca yüzyıllarca birlikte yaşadığımız insanlar, yeni kültür ve yeni millet ihdas etmeye koyuldular. Hatta birileri onlar için sun’î tarihler bile yazdılar. Bugün yurdumuzda görülen etnik hareketlerin temelinde, Türk’e ve Türkçeye yapılan bu suikastin de rolünün olduğunu inkâr edemeyiz.

Son söz olarak deriz ki, okullarda çocuklarımızı gramerci’nin elinden kurtarmalıyız. Çok şey öğretmek iddiasıyla yola çıkıp hiçbir şey öğretemediğimizi ve sadece büyük ses uyumunu ezberletmekle Türkçe öğretilemeyeceğini anlamalıyız. Tuğla kalınlığında, okunmayan, yüzüne bakılmayan ve hatta Türkçeden tiksindiren dil bilgisi kitapları yeniden gözden geçirilmelidir. Son çare, bu yazıda adı geçen yazar ve şâirlerin eserleriyle aşağıda isimlerini verdiğimiz kitapların her biri belli bir sınıfta mutlaka okutulmalıdır. Hatta bunlar ders kitabı olarak okutulmalıdır! Türkçenin durgunluktan kurtulmasının yegâne yolu budur.

Netice-i kelâm Gökalp’tan:

 

Türklüğün vicdanı bir,

Dini bir, vatanı bir;

Fakat hepsi ayrılır,

Olmazsa lisanı bir.

 

Kaynakça (Bu yazıyı kaleme alırken baktığım kitaplardan bazıları):

 

  1. 1.   Muharrem Ergin: Dede Korkut Kitabı.
  2. 2.   İsmail Habib Sevük: Dil Davası.
  3. 3.   Peyami Safa: Osmanlıca Türkçe Uydurmaca.
  4. 4.   Mehmet Kaplan: Kültür ve Dil.
  5. 5.   Faruk Kadri Timurtaş: Türkçemiz ve Uydurmacılık.
  6. 6.   Faruk Kadri Timurtaş: Tarih İçinde Türk Edebiyatı.
  7. 7.   Agâh Sırrı Levend: Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri.
  8. 8.   Nihad Sami Banarlı: Türkçenin Sırları.
  9. 9.   Ali Karamanlıoğlu: Türk Dili.
  10. 10.    Cemil Meriç: Bu Ülke.
  11. 11.    Necmettin Hacıeminoğlu: Türkçenin Karanlık Günleri.
  12. 12.    Ziya Gökalp: Yeni Hayat Doğru Yol.
  13. 13.    Beynun Akyavaş: Seni Seven Neylesün.

 

5 Aralık 2013

 

 

 

 

 

 


* Gazi Üniversitesi, Türk Dili Bölümü, zeyrek@gazi.edu.tr