“GELİYORLAR!”

Yazar: Melike İDRİS

Yıl 1989. 7 Haziran sabahıydı. Ben bir çocuktum. Uykudan uyanır uyanmaz, arkadaşlarımla oynamak için üzerimdeki yatak kıyafetiyle sokağa çıkmıştım. Sokakta alışık olmadığım, ürkütücü bir sessizlik hâkimdi.

Etrafa bakınıp dururken annem koşarak yanıma geldi ve beni kucağına aldığı gibi kendini kapıdan içeri attı. Annemin bu ani hareketi beni çok korkutmuştu. Bu telâşın sebebini anlamaya çalışırken, avludaki koşuşturmalar beni daha da korkuttu. Tavukları bir bir kesip bahçedeki elma ağaçlarının dibine gömüyorlardı. Anneme neden koşuşturduklarını, ağabeyimle babamın bazı eşyaları neden dışarı çıkardıklarını sordum. O da, buradan gideceğimizi söyledi. Anlaşılan yanına almayı düşündüğü önemli eşyaları dışarı taşıtıyordu. Ama ne var ki sokaktan gelen “ Geliyorlar!” çığlıkları, ayağına terliğini bile almasına fırsat vermemişti.

Sokaktaki bu sessizlik, adım adım yaklaşan bir felâketin habercisiymiş meğer! Evimizden nasıl çıktığımızı hatırlamıyorum ama saklanarak bir yere doğru kaçıyorduk. Bizim gibi evinden bir çöp bile alamadan çıkan başka akrabalar da vardı. Anlayamıyordum, neden herkes bizim gibi evini bırakmış kaçıyordu? Kötü şeyler oluyordu ama beş buçuk yaşındaki bir çocuk, akıl erdiremiyordu olanlara.

Özbek bir kadının evine saklanmak istedik, fakat kadın bizi evine almadı. Bunun üzerine yakınlarda bulunan babamın teyzesinin evine sığındık. Teyzemiz bizi içeri aldı ve bahçelerindeki hamam olarak kullandıkları yere saklanmamızı söyledi. Kendi ailelerinden birçok kişi ve başkaları da vardı. Kadınlar ve çocuklar buraya saklandık. Babam ve diğer erkekler, bulabildikleri sopa, demir, bazılarında da av tüfeğiyle, saklandığımız yerin etrafını çepeçevre sardılar. Bir kısmı da çatıya çıkmıştı. Herkes korku ve panik içindeydi.

İçeride bir çocuk, babasının peşinden ağlıyordu. Herkes bir anda, susturması için çocuğun annesine yüklendi. Sesin dışarıdan duyulması, daha doğrusu bu sesi düşmanın duyması, KGB’nin kaydettiği, yıllar sonra izleyip ürperdiğimiz o vahşet sahnelerini biz de yaşamış olacaktık. Çocuğun ne suçu olabilirdi ki, büyük kadınlar bile ağlıyorlardı. Neye uğradıklarını, neyle karşılaşacaklarını bilememenin korkusuydu belki… Yahut da oğlunu, kocasını veya kardeşini bir daha göremeyecekleri korkusu… Bir odaya tıkılmış onlarca kadın ve çocuk, idamını bekleyen mahkûm gibi çaresizlik içinde titriyordu. Özbekler tarafından öldürülmek, keşke idam edilmek kadar kolay olsaydı!

Evleri basan bu güruh, Moskof terbiyesi almış, yıllarca onun himayesinde yaşamış Özbek serserileriydi. Bir “çilek tartışması” faciaya dönüşmüştü! Sergiledikleri vahşet ve katliam, bir zamanlar Doğu Anadolu’da Ermenilerin Türklere yaptıkları gibiydi.

Sürgüne, felâkete yolculuğumuz başlamıştı bir kere. Kaçabildiğimiz kadar kaçıyorduk. Özbekler, biz evden ayrıldığımızda daha bizim mahalleye varmamışlardı ama aşağıdaki mahalleleri yakıp yıkmışlar, taş üstünde taş bırakmamışlardı. Fergana’yı ise birkaç gün önce vurmuşlardı. Evleri ateşe vermiş, saklananları da saklandıkları yerden çıkarıp akıl almaz işkencelerle katletmişlerdi. Kimilerini diri diri yakmış, kimilerini de doğramışlardı. Kaçmaya çalışırken yakalanıp boğazı kesilen bir akrabamızı, dayılarım bulup hastaneye kaldırmasalar o da ölecekti.

Ne yazık ki babamın dayıları kaçamamıştı, kürek saplarıyla vahşice dövülmüşlerdi. Büyük dayısı ölmüş, küçüğü ise kan kaybından ve acıdan bayılınca onun da öldüğünü zannederek bırakıp gitmişlerdi. Kadınların, kızların ırzına dokunulmuş, çocuklar da katledilmişti.

Her yeri yakarak yıkarak bizim mahalleye doğru ilerliyorlardı. Onlar bize ulaşmadan, biz garaja geldik. Garajın sahibinin bir Ermeni olduğunu, yıllar sonra annemden öğrendim! Bu Ermeni, garaja açılan sokakların ağzına ağır yük kamyonlarını koydurarak gözü dönmüş eli sopalı “kardeşlerimiz”in garaja girmemesi için set oluşturtmuştu. Ne tuhaftır ki bir Ermeni bile bu zor günde bize yardım elini uzatmış ama aynı “Türk” soyundan gelen Özbekler bizi katlediyorlardı! Ya evinde saklanmamıza izin vermeyen kardeşlerimize ne demeli…

Biz garaja geldiğimizde Özbekler mahalleye girmişlerdi bile. Sonra da garaja saldırdılar. Erkekler etrafı gözetliyor, garaja girmek isteyen Özbekleri geri püskürtmeye çalışıyorlardı. Bunların içinde dayılarım da vardı. Özbeklerin onlara nasıl direndiklerini dayım şöyle anlatıyordu. “Esrar filan içmişlerdi; kudurmuş gibiydiler. Biz de kendimizi savunmak için elimizdeki sopalarla var gücümüzle vuruyoruz, dövüyoruz. Yere düşenler, tekrar ayağa kalkıp bize saldırıyorlardı.”

Garaj, bizim gibi kaçıp saklanan onlarca aileyle doluydu. İnsanlar aç susuz; çocuklar, kimisi altını kirletmiş, değişmek için başka giyeceği yok; kimisi üşüyor, kimisi de korkudan ağlıyordu. Erkekler ise yine ellerinde sopalarla, demirlerle etrafı gözetliyor, bir yandan da ağlayanları susturmaya çalışıyorlardı.

Burada sabaha kadar beton zeminin üzerinde bekledikten sonra otobüslere bindirilerek konvoy halinde yola çıktık. Otobüsün içi tıklım tıklımdı. Nefes almak oldukça zorlaşıyordu. Bazıları yanına eşyalarını da almıştı, hatta halılarını alanlar bile vardı. Anlaşılan, bu can pazarında, dünya malından vazgeçemeyenler bile vardı aramızda!

Yaklaşık iki üç saat sonra Tacikistan yakınlarındaki bir kampa ulaştık. Burası bazı ailelerin dinlenmek için geldikleri bir yerdi. Bizi, birkaç ev ve birçok çadırın bulunduğu bu kampa yerleştirdiler. Kampta kalanların bazıları bizleri görünce yemek hazırlamıştı, üstümüze örtmek için kalın battaniyeler getirmişlerdi. Bir leğene Özbek pilavı doldurarak parayla satmaya çalışan bazı fırsat düşkünleri de vardı… Bu zor durumdaki insanların aç kalmamak için mecburen alacaklarını düşünmüşlerdi herhalde. Ama bizim gibi cebine tek kuruş bile alamayanları düşünememiş, yahut da olayların vahşet boyutundan haberleri yoktu. Yanına para alanlar da Özbekler tarafından soyulmuş, bazıları da soyulduktan sonra öldürülmüştü. Herkes çadırlara yerleşmenin derdindeydi. Bazıları, kamyonla getirilen yardım eşyasından ihtiyacı olan şeyleri almak derdindeydi. Onlar, ortalık sakinleşinceye kadar birkaç ay kalıp, sonra da geri evlerine dönmeyi düşünüyorlardı belki de. Bir daha asla geri dönemeyeceklerini nerden bilebilirlerdi ki!

Ben de yanımda da birkaç çocukla otların arasında “karafatma” toplayıp kavanoza dolduruyordum. Özbekler peşimizden gelirse, aklımca onları da öldürmesinler diye topluyordum!

Kampa geldiğimiz iki gün olmuştu. Özbeklerin buraya doğru yöneldikleri duyuldu; “Geliyorlar!” sesleri yükseldi. Alêlacele buradan da ayrıldık. Kamyonlara bindirilerek tekrar bilinmeyen bir tarafa doğru yol aldık. Konvoy dağların eteklerinde ağır ağır gidiyordu. Hızlı yürümesi mümkün değildi, çünkü uçurumun kenarından ilerliyordu. Uzun zamandır kullanılmayan yol bozulmuş, bazı yerlerinde de kayma, kopma ve kırılmalar meydana gelmişti. Kimse ayağa kalkmaya ya da hareket etmeye cesaret edemiyordu. Çocuğun biri ihtiyacını gidermek istiyordu fakat kamyonu durdurmak mümkün değildi. Durdurulsa bile uygun bir yer yoktu, bir tarafı dağ bir tarafı uçurumdu. Mecburen annesi ayağa kalkarak çocuğu kamyondan aşağı tuttu.

Bu kaçış da yaklaşık altı saat sürdü. Sonunda dağlarla çevrili kayalık bir yere gedik. Burası, Karamezar denilen bir yerdi. Adı gibi her yeri karanlık, kapkara bir yerdi. Her tarafı dağlarla çevriliydi, ne bir çıkılacak yol, ne de bir geçit vardı. Kadınlar, “Kapana kıstırıldık, bizi burada öldürecekler!” diye panik içinde ağlaşıyordu. Onları susturmak sakinleştirmek yine erkeklere düşmüştü… Bu dağlık arazide hava çok soğuktu. Anneler çocuklarını kucağına almış, sımsıkı sarmıştı. Çok kimse, koşuşturma sırasında ayakkabılarını düşürmüş, yalın ayaktı. Üstlerimiz çok inceydi ve soğuktan titriyorduk. Kadın erkek, herkes uykusuzluktan ve yorgunluktan perişandı. Korkudan kimse gözünü bile kırpamıyordu. Uyusa bile sıçrayarak tekrar uyanıyordu. Kim bilir belki de, “Geliyorlar! Kaçın!” sesleri kâbus olup uykularını bölüyordu…

Yaşananların kâbustan bir farkı yoktu. Her saniyesi, her sahnesi hayatımın sonuna kadar unutamayacağım kâbuslarla doluydu. Gözlerimi kapatıp uyumaya çalıştığım zaman evimizden ayrılışımız, o küçük hamamda saklanıp ecel terleri dökmemiz ve yaşanan bütün olaylar gözümde canlanıyordu. “Geliyorlar!” feryadı, tüylerimi diken diken ediyordu, bu kelimeyi her duyduğumda halâ irkiliyorum.

Özbekler, peşimizi bir türlü bırakmıyorlardı. Gittiğimiz her yere arkamızdan geldikleri için “Geliyorlar!” sözü, felâket tellâlcısı gibi sürekli bizi uyarıyordu.

İşte yine “Geliyorlar!” diye bağırdı birisi. Herkes yeniden toparlandı. Biraz ileride bir tünel vardı. Erkekler bir çıkış yolu ararken bulmuşlardı burayı. Burası uranyum çıkarılan bir maden ocağıydı. Hiç vakit kaybetmeden bizi maden taşınan vagonetlere bindirdiler. Karanlıkta kimse kimseyi göremiyordu. Karışıklıkta çocuğunu kaybeden bir kadının haykırışları geliyordu bir yerlerden. Vagonetler çok dar ve küçüktü. Herkes sıkışarak birbirinin kucağına oturmak zorunda kalmıştı. Erkekler vagonetlere binmiyorlardı. Sadece çok az kişi gittiğimiz yerde korumacı olarak binmişti. Önce kadınları ve çocukları bindirip gönderiyorlardı. Kendileri de Özbekler geldiğinde onlarla savaşmak için geride kalmışlardı. Ellerindeki sopaları, demirleri, ta Özbekistan’dan buraya kadar taşımışlardı. Ama onlar gibi düşünmeyen bazı erkekler de vardı! Kadın elbisesi giyerek kadınlarla birlikte vagonete binenler…

Lunaparklardaki korku treni gibi nereye gittiğimizi bilmeden karanlık içinde ilerliyorduk. Lunaparktan tek farkı ise sahte hayaletlerin yerine gerçek canilerin peşimizde olmasıydı. Yıllardır kullanılmayan bu maden ve vagonet bizim için bir kez daha kullanıma açılmıştı! Yol bir türlü bitmiyordu. Karanlıkta herkes nereye gittiklerini bilmedikleri için panik içindeydiler. Bazıları da tekrar Özbeklerin içine götürülüyoruz düşüncesiyle feryat ediyor, herkesi telâşlandırıyordu. Dağın içinden geçen bu uzun karanlık yol nihayet bitmiş, tünelin sonuna gelmiştik. Tünelin öbür ucu maden işçilerinin kaldığı bir kampa açılıyordu.

Herkes vagonetlerden iner inmez yakınlarını, çocuklarını kontrol ediyordu. Bir süre yürüdükten sonra kampın olduğu yere geldik. Burası ağaçlar arasında, iki odalı evlerin olduğu güzel bir yerdi. Ama ne var ki yersiz yurtsuz kalmış, ikinci kez sürgün edilmiş bu insanlar için hiçbir güzelliğin bir anlamı yoktu.

Herkes yakınlarını bulduktan sonra bu evlere yerleştirildik.

O andan itibaren başka yerlere de götürülmüşüz, başka araçlarla taşınmış olabiliriz! Fakat yıllar sonra hatırlayabildiklerim bundan ibaret. Meselâ trene binen insanları, mahşeri andıran kalabalık bir yerlerde bulunduğumuzu hayal meyal hatırlıyorum, ama buraya nereden geldiğimizi, sonra nereye gittiğimizi hatırlamıyorum.

Kampa geldiğimizde kampın yemekhanesinde soğuk süt ve ekmek vermişlerdi. Zaten üşümüş, günlerce de boğazından doğru dürüst bir lokma geçmemiş insanların çoğu bunları yememişti. Yiyenler de ishal olmuş ya da istifra etmişlerdi.

Bu kampa geldiğimiz çok az olmuştu ki yine “Geliyorlar!” dediler. Yine kamyonlara bindirildik ve bir yere kadar geldikten sonra kamyonlardan indik. Biraz ileride bizi bekleyen helikopterlere kadar yürüdük. Her ne kadar biraz ileride olduğu söylense de yedi sekiz kilometre kadar yürümüştük. Herkesin üstü başı toz toprak içindeydi. Çıplak ayakla yürüyenlerin ayakları taşlı topraklı yollarda mahvolmuş, yine de yürümeye çalışıyorlardı. Bir yandan yağmur yağıyor, bir yandan ayaklarımızın altına yapışan çamurdan kurtulmaya çalışıyor, bir yandan da bu zillet yolu aşmaya çalışıyorduk.

Nihayet helikopterlere ulaştık, askerler herkesi helikopterlere yerleştiriyordu. Havalanan her bir helikopter ortalığı dumana bürüyordu. Bizi de helikoptere bindirdiler. Hayatımda ilk ve belki de son defa helikoptere binmiş oldum, “Özbek kardeşlerimiz” sayesinde! Sütten içip ishal olanların, bu helikopter yolculuğu sırasında çok zor duruma düştüklerini öğrendim yıllar sonra.

Bunca zulüm ve işkenceye müstahak mıydık…

Yolculuğumuz bununla da bitmemişti. Daha görmemiz, yaşamamız gereken zulümler varmış. Helikopterlerle sonra da uçakla Leningrad’a oradan trenlerle Moskova üzerinden Smolensk’e geldik. Burada bir yıl kadar kaldık. Sürekli yağmur alan, ormanın kenarında bir köye yerleşmiştik. Erzak, giyecek vs. malzemeler bir kamyonla köye geliyordu. Ne bir mağaza ne de bir dükkân vardı. Yemek için yakınlarda bulunan devlete ait bir lokantaya gidiyorduk. Fakat yemekler domuz etinden yapıldığı için yiyemiyorduk. Onlar genelde bu etten yiyorlardı. Herkes evinde domuz besliyordu. Hatta bir gün tiz bir çığlık sesi ortalığı yıkıyordu adeta. Ne olduğuna bakmak için hepimiz dışarı koşuşmuştuk. Yan tarafımızdaki komşu, büyük bir kütüğün üzerine kocaman bir domuzu yatırmış, kesmek istiyor; domuz da boğazı yırtılana kadar bağırıyordu.

Burada da fazla kalamadık. Azerbaycan’a geldik. Burada beş sene kaldık. Sonra da Türkiye’ye geldik.

Bitmek bilmeyen bu sürgün, bu göç, 1944 sürgününde Orta Asya’ya dağıtılan Ahıska Türklerini, küçük parçalara ayırarak, yeniden Orta Asya’ya dağıtmıştı. Oradan oraya kaçış, “Geliyorlar!” çığlıkları son bulmuştu belki ama sıkıntılar yıllarca devam etti. Gariplik, kimsesizlik, yoksulluk, çaresizlikler devam ediyordu.

Beş buçuk yaşındayken yaşanan bu olayları bugün yazıya dökmek, en az yaşamak kadar zormuş. Yazarken, olayları yeniden hatırladıkça soğuk terler dökmeye başladım. Sürgünün izleri üzerinden on sekiz yıl geçmesine rağmen hafızalardan silinmiyor. On sekiz yıl ne ki, altmış iki sene evvel yaşanan sürgün unutuldu mu ki…